23 Eylül 2011 Cuma

0

Şair evlenmesi İnceleme planı - Şinasi - İlk Tiyatronun özeti

Şair Evlenmesi bizde ilk tiyatro ürünü olarak bilinir. Bu bir bakıma doğru, bir bakıma hatalıdır. Çünkü Türkiye’de Şinasiden önce de bir tiyatro yazma denemesi yapılmıştır. Abdülhak Hamidin babası, Hayrullah Efendi Şinasiden on beş yıl kadar önce “Hikaye-i İbrahim Gülşeni“ adlı romanla tiyatro arası bir eser meydana getirmiş; fakat bunu yayınlamayı görevinin ve makamının şanına uygun görmemiş ki hiçbir zaman düşünmemiştir. Onun bu eseri yazıldıktan yüz yıl kadar sonra ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Şinasi “Şair Evlenmesi“ ni yazdığı zaman böyle bir örnek meydanda yoktu. Sonuç olarak “Şair Evlenmesi” Türkiye de ilk yayımlanan, hatta ilk yazılan tiyatro eseridir.
Şair Evlenmesi “Tercüman-ı Ahval” de tefrika edilmiştir. Birkaç sayı süren tefrika, halk kitleleri tarafından pek anlaşılamadığı gibi, aydınlar tarafından da pek önemsenmemiştir. Hatta rakip gazete “Ceride-i Havadis” yazarları bu tefrikayı pek hafife almış, onu tiyatro değil kocakarı masalı diye nitelemiştirler. Halbuki Şinasi bu eseri basit de olsa, ilk Türk tiyatrosunun bir denemesini yapmak amacıyla kaleme almıştır. Anlaşıldığı gibi “Şair Evlenmesi” halk tarafından pek ilgiyle karşılanmamış, “Ceride-i Havadis” tarafından da horlanmış ve sonra da unutulup gitmiştir. Fakat daha sonraları Selanik’te Mehmet Tayfur isminde bir kitapçı “Tercüman-ı Ahval” koleksiyonunda bu esere rastlamış ve bunu kitap halinde basmıştır. O zamanlarda İstanbul’da çıkan “Çaylak” adlı bir mizah gazetesi bu olayı alaya almış ve duruma karşı bir fıkra yazmıştır. Daha sonra kitapçı da “Çıngıraklı tatar” da bir mektup yayınlatarak eserin Şinasi’ye ait olduğunu ispatlamıştır. Böylece kitap haline giren “Şair Evlenmesi” yine de unutulmaktan kurtulamamıştır. Ancak İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra, İbrahim Necmi Dilmen tarafından Selanik’te kurulmuş olan amatör bir tiyatro topluluğu tarafından sahnelenmiştir. Bu eser sade ve tabii bir konuşma diliyle yazılmış, sahnelenmeye uygun hoş bir komedidir.
Şair Evlenmesi alafranga tutum ve davranışı, kılık ve kıyafetiyle mahallelinin hoşuna gitmeyen Müştak Bey adında fakir, fakat oldukça kafalı bir şairin sevip evlenmek istediği genç Kumru Hanım yerine, onun büyük kız kardeşi çirkin ve kart Sakine Hanım’ı almaya mecbur edilmesi; bu küçük entrikanın, mahalle im***** Müştak Bey’in dostu Hikmet Efendi tarafından verilen rüşvetle sonuçsuz bırakılmasının hikayesinden ibarettir. Kişiler gayet canlı ve doğrudan hayattan alınmıştır. Her kişiye kendi ortamının konuşma dili verilmiştir. Kimsenin ağzında yabancı ve yadırganacak söz yoktur. Hatta oyuncuların ağzından yazılan yanlış söyleyişler, imkansızlıklar, telaffuz hataları da aynen sahnelenmiştir. Eserin bir diğer özelliği de kişi adlarının kendi kimliklerine uygunluğudur.
Şinasi bu komedi ile, bizde şeriat kılığına bürünen imamların iç yüzlerini ve din adına oynanan iğrenç iki yüzlükleri ve bundan ziyade tellal kadınlar ile görücüler aracılığıyla yapılan evlenmelerin yanlışlığını anlatmaya çalışıyor. Şair Evlenmesi yalnız ilk basılı piyesimiz değil, aynı zamanda en çok bizim olan ve bizi gösteren bir piyestir.

ESERDE YER ALAN KİŞİLER:

ASIL KİŞİLER:

MÜŞTAK BEY: Güvey ve Kumru Hanımın aşığı. Müştak Bey aşka susamış, aşkla körü körüne hareket eden, sevincin ümitsizliğinde en son derecesine çıkan biridir. Müştak Bey alafranga tutum ve davranışı, kılık ve kıyafetiyle mahallelinin hoşuna gitmeyen, fakir fakat oldukça kafalı bir insandır.
KUMRU HANIM: Müştak Beyin sevgilisi ve Sakine Hanımın kız kardeşidir. Kumru hanım çok genç ve güzel bir hanımefendidir. O da Müştak Beye aşıktır.
SAKİNE HANIM: Kumru Hanımın büyük kız kardeşidir. Sakine Hanım; Kumru Hanıma göre oldukça yaşlı, çirkin, kart, kambur ve evde kalmış bir bayandır. Sakine Hanım eserde Müştak Beyin nikahlısıdır.

YARDIMCI KİŞİLER:

HİKMET EFENDİ: Müştak Beyin en iyi dostlarından biridir. Çok pratik zekalı bir kişiliğe sahiptir. Hikmet Efendi; aklı başında, ağırbaşlı ve Müştak Beyi o zor durumdan kurtaran kişidir.
ZİBA DUDU: Evlenmeye aracılık yapan kılavuz kişidir. Müştak Beyin başına bu derdi açanlardan biridir. Ziba Dudu; çok geveze, laf taşıyan ve ortalığı karıştırmayı seven bir kişiliktir.
HABBE KADIN: Müştak Beyin yengesidir. Müştak Beyin başına gelenleri duyunca feryadı basıp ortalığı karıştırıyor. Çok aceleci ve panik bir kişiliğe sahiptir.
EBULLAKLAKATÜL’ENFİ: Sakine Hanımın nikahını kıyan imamdır. O da Sakine Hanımı Müştak Bey’e yamamaya çalışanlardan biridir. Çok düzenbaz, aşağılık ve dini başka şeylere alet eden bir tiptir. Aynı zamanda oldukça geveze, gürültücü, iri ve uzun burunlu çirkin biridir.
BATAK ESE: Mahallenin bekçisidir. Müştak Beye oynanan bu oyunda onun da çok büyük bir payı vardır. Oldukça cahil biridir ve ne duyarsa duysun, doğruluğunu araştırmadan hemen buna inanır ve mahalleyi karıştırır. Ayrıca her işe burnunu sokan biridir.
ATAK KÖSE: Mahallenin süprüntücüsüdür. İmama yardakçılık yapanlardan biri de odur. Oyunda arkasında küfe giyer, çok saf ve cahil bir tiptir.
MAHALLELİ: Eserde mahalleden tiplerde vardır. Bunlar genellikle cahil ve dedikoducu kişilerdir. Bunların çoğu esnaftan seçilmiştir.

ESERİN ÖZETİ:

Müştak Bey Kumru Hanımla evleneceği gün çok heyecanlıydı, bir an önce nikahın kıyılıp bitmesini ve Kumru Hanımla baş başa kalmayı istiyordu. Fakat olaylar hiç de onun beklediği gibi gelişmedi. Müştak Bey Kumru Hanıma **** gibi aşıktır ve onu sevdiği için kendini akıllı ve şanslı görmekteydi. Kumru Hanımın dış güzelliği yanında huyunun da güzel olduğunu söyler. Müştak Bey onun ablasını çok çirkin bulmakta ve onun ismini dahi sevmemektedir. Çünkü Sakine Hanım onların evlenmelerine engel olduğu gibi, kırk beş yaşına gelmiş olmasına rağmen ev de kaldığı için aklını yitirmiş olduğunu düşünüyordu. Müştak Bey böyle bir baldızı olduğu için herkesten utanıyordu. Ayrıca Müştak Bey Sakine Hanımı Hikmet Efendiye vermek ister. Çünkü o zamanlarda büyük evde dururken küçüğü evlendirmezlerdi. Hikmet Efendi mahallelinin bir oyun oynayarak Müştak Beye Sakine Hanımı verebileceklerini önceden sezmişti. Müştak Beye bu durumu söyledi fakat o bunu şaka zannediyordu. Daha sonra Müştak Beyin kılavuzu Ziba Dudu gelin odasına doğru geliyordu. Müştak Bey Kumru Hanımın getirildiğini sanıp iyice heyecanlanıyordu. Müştak Bey Ziba Duduya teşekkür ediyordu. Kumru Hanımı beklerken Müştak Bey bazı tereddütlere kapıldı. Zaten maddi durumu da pek iyi değildi. Yüz görümlüğü için ne verebileceğini düşündü. Sonra gelin hanım geldi fakat gelen sakine hanımdı ve Müştak Bey onu görünce kederinden bayıldı. Müştak Bey evleneceği kadının o olduğunu görünce onunla evlenmek yerine ölümü tercih edebileceğini söyledi.
Habbe kadın ise onun hasretine kavuştuğu için sevinç ****si olduğunu düşünüyordu. Müştak Bey hüzünle ahlayıp, ofluyordu. Ziba Dudu ile Habbe kadın gelinin duvağını açtırmak için uğraşıyorlardı. Müştak Bey istemeyerek elini çekerken, Sakine Hanımın beyaz saçı ve duvağı eline ilişir. Müştak Bey şok olmuştur. Ziba Dudu onu zavallı kadının sırma saçlarını yolmakla suçlar. Sonra mahalleli ve imam aceleyle onları nikahlamak için gelirler ve Müştak Beyi zorla Sakine Hanımla evlendirmek isterler. Müştak Bey ise buna kesinlikle karşıdır ve onunla evlenmektense hapiste dahi yatmaya razı olduğunu söyler. Ziba Dudu İmamın elini öperek ona Müştak Beyi şikayete başlar. Güya Müştak Bey Sırma Hanımın saçlarını yolmuş onlara da küfretmişti. İmam Müştak Beyin konuşmasına hiç izin vermeden onu suçlamaya ve aşağılamaya başlar. Eğer Sakine Hanım ile evlenmezse onun ırzına leke sürmüş olacağını söylüyor ve bunu mahalleliye de onaylatıyor. Müştak Bey kendisine nikah edilenin Sakine Hanım olmadığını söylese de boş. Çünkü imam ille de onu nikahlamak istiyor ve eğer bu gerçekleşmezse Müştak Beyi edepsizlik belgesi alarak köyden dahi uzaklaştırabileceğini söylüyor. Hikmet Efendi devreye giriyor fakat imam onunda aynı suçlardan suçlanabileceğini söylüyor. Fakat Hikmet Efendi gizlice imama para kesesini gösterir ve imam bir anda değişiverir. Rüşveti alan imam bir anda Hikmet efendinin dediklerini yapmaya ve Müştak Beyi savunmaya başlar. Mahalleli ise bu durumun farkına varamamıştır. Zaten onlarda imam ne derse ona itaat eden tiplerdi. İmam güya nikahını kıydığımız kız büyük olandır derken boy olarak uzun olanı yani Kumru Hanımı kastetmek istemişmiş. İmam Habbe Kadına seslenerek bir an önce Kumru Hanımı getirmesini ister. İmam böylece daha önce yaptığı bir yanlışı düzeltmiş olacağını söyler. Hatta Hikmet Efendiye dönerek daha önce yapmış olduğu başka yanlışlar varsa onları da düzeltebileceğini söyler. Bu arada Atak Köse ve Batak Ese bir daha böyle işlere karışmayacaklarına dair kendilerine söz verirler. Habbe Kadın Kumru Hanımı getirir. Kumru Hanım ağlamaktaydı. Habbe kadın onun mutluluktan ağladığını imama söyler.
İmam Müştak Bey ile Kumru hanımı nikahlayarak, mahalleliden evi boşaltmalarını ister. Mahalleli ve imam evi terk eder fakat Hikmet Efendi evi terk etmemişti. Çünkü Müştak beye görücü usulüyle evlenmenin zararlarını anlatmak istiyordu. Müştak Bey ise onu dinlemiyor, tek istediği şey Hikmet Efendinin bir an önce gidip onları yalnız bırakması. Bir süre sonra Hikmet Efendi de evi terk etti, artık yalnız kalmışlardı. Fakat Müştak Bey için bu evlilik çok iyi bir tecrübe olmuştu.

OLAYIN GEÇTİĞİ MEKAN: Olayın neredeyse tamamı gelin odasında geçmektedir.
OLAYIN MEYDANA GELDİĞİ ZAMAN: Eserdeki olay Tanzimat yıllarında meydana geliyor ve o zamanın en önemli sorunlarından birini anlatıyor.

ESERİN ANLATIM TARZI:

ESERİN DİLİ VE ANLATIM ÖZELLİKLERİ: Eserde genelde sade ve anlaşılır bir dil kullanılmıştır. Ayrıca o zamanın tabii konuşma dilinden de kelimeler vardır. Bu kelimelerin anlamını bilmeden eseri tümüyle anlamak zordur. Anlatım özelliklerine gelince, şair o zamanın en önemli sorunlarından biri olan görücü usulüyle evlenmeyi en anlaşılır şekilde anlatmıştır. Ayrıca eserin anlatımı oldukça akıcıdır.
ESERİN TÜRÜ: Eser bir tiyatro ürünüdür. Bu eserde tiyatronun komedi türü işlenmiştir. Komedi de insanları hem güldürmek, hem de düşündürmek esastır. Bu tür bizim edebiyatımıza Tanzimatla girmiştir.
ANAFİKİR: Eserden çıkarılabilecek ana fikir; görücü usulüyle evlenmenin ne kadar tehlikeli ve yanlış olduğudur.

YAZARIN HAYATI, EDEBİ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ:

ŞİNASİ(1826 – 1871)

1 — İbrahim Şinasi (1826-1871) İstanbul’da doğmuştur. Türk-Rus savaşında (1827) Şumnu’da ölen bir topçu subayının oğludur; Küçük yaşta yetim kalan Şinasi, annesi tarafından yetiştirilmiştir. İlk öğrenimini Tophane semtindeki mahalle mekteplerinden birinde yapmış, sonra Tophane idaresi kalemlerinden birine çirağ edilmiştir. Orada kendinden yaşlı bir memurdan Doğu bilimlerini, sonradan Müslüman olan yabancı bir uzman memurdan da Fransızca’yı öğrenmeğe başlamıştır. Tophane müşirliğine verdiği bir dilekçe üzerine, okuma için Paris’e gönderilmiş (1849), orada maliye öğrenimi görmüş, bu arada edebiyatla da uğraşmıştır. İstanbul’a dönünce (1853) bir süre yine Tophane’de çalışmış, Reşit Paşa’nın sadrazamlığı sırasında Meclis-i Marif’e üye seçilmiş (1855), Âli Paşa’nın sadrazamlığı zamanında, Reşit Paşa’nın yetiştirmesi olduğu için azledilmiş, fakat Reşit Paşa’nın altıncı ve son defa sadrazam olması üzerine tekrar eski görevine tâyin olunmuş (1857), onun ölümünden sonra (1858) Yusuf Kâmil Paşa’nın koruyuculuğunu kazanmış ise de, az sonra memurluktan kendi isteği ile çekilerek gazeteciliğe başlamıştır (1860). İlkin Agâh Efendi ile birlikte Tercümân-ı Ahvâl adlı bir gazete çıkarmış (21 ekim 1860), altı ay sonra buradan ayrılarak Tasvir-i Efkâr gazetesini çıkarmağa koyulmuştur (27 haziran 1862). Bunu üç yıl kadar tek başına yönetmiş, gazetesini Namık Kemal’e bırakarak tekrar Paris’e gitmiş (1865), orada beş yıl kaldıktan sonra İstanbul’a dönerek (1869) basımevinin ıslahı ile uğraşmış çok çalışma yüzünden beyin yorgunluğundan ölmüştür.
2 — Şinasi, şiir ve nesir alanında Batı edebiyatı yolunda eser veren ilk sanatçıdır. Bu bakımdan, o, Batı uygarlığı etkisi altında gelişen yeni Türk edebiyatının kurucusu sayılır.
Şiir alanında, ilkin Divan edebiyatı yolunda manzumeler (kaside, gazel, müf*red v.b.) yazmış, Paris’e gidip de Batı edebiyatını yakından tanıdıktan sonra eski nazım biçimleri için de birtakım yeni fikirler söylemeğe başlamış (Reşit Paşa hakkındaki kasidelerin üç tanesi), ayrıca La Fontaine’in etkisiyle hem biçim, hem de konu, fikir ve ruh bakımından yepyeni şiirler de kaleme almıştır (Eşek ile Tilki Hikâyesi, Karakuş Yavrusu ile Karga Hikâyesi, Ar ile Sivrisinek Hikâyesi, Tenasüh Hikâyesi). Bundan başka, Batı şiirini daha yakından tanıtmak amacıyla, bir kaç Fransız şairinden seçtiği bazı parçaları manzum olarak Türkçe’ye çevirmiştir.
Şinasi, yeni tarzda yazdığı bütün şiirlerinde beyitlerin başlı başına güzel olmalarıyla yetinmemiş, Divan edebiyatındaki “parça güzelliği” anlayışı yerine, şiirlerin belli bir düşünce etrafında gelişmesini sağlayarak “konu birliği” ne ve “toplu güzellik” e önem vermiştir.
Türkçe’nin Arap ve Fars dillerinin etkisinden kurtularak kendi benliğine dön*mesi gerektiğini anlamış ve manzumeleri arasındaki bazı beyitleri “safî Türkçe” ile, Karakuş Yavrusu ile Karga Hikâyesi’ni de “lisân-ı avâm” ile yazmış, böylece, ancak 1911’den sonra gelişen sade dil hareketinin öncülüğünü yapmıştır.
Genel olarak didaktik manzumeler yazmış olan Şinasi’yi, Türk nazmına getirdiği bütün yeniliklere rağmen güçlü bir şair sayma olanağı yoktur. Mısraları imale ve zihaflarla doludur.
Şinasi daha çok nesir alanında yaptığı yeniliklerle Türk edebiyatında önemli bir yer tutar. Eski nesir secilerle süslenir, bu yüzden de, yazı, asıl fikirle hiçbir ilgisi bulunmayan sözlerle doldurulurdu. Şinasi, bir gazeteci olarak, “umum halkın kolaylıkla anlayabileceği” yolda yazmak amacını güttüğünden, düşüncelerini yalın ve açık bir anlatımla söyleme yolunu tutmuş, söz hünerleri göstermekten kaçınmıştır. Bunu sağlamak için de secileri bırakmış asıl düşünce ile ilgisi bulunmayan doldurma sözlere yer vermemiş, düşüncelerini kısa cümlelerle anlatmaya çalışmış, bunları bir takım bağ-fiillerle birbirine ekleyerek sayfalarca süren cümleler kurmamıştır. Tercümân-ı Ahvâl ve Tasvîr-i Efkâr’daki yazılarında böyle bir yol tutan Şinasi, Şair Evlenmesi adlı piyesinde daha da ileri giderek konuşma dilini yazı dili hâline getirmiştir.
Şiirlerinde ve nesirlerinde, “reis-i cumhur”, “vatan ve millet yolunda kendini feda etmek”, “devlet-i meşrûta”, “millet-i hâkime”, vb. gibi birçok yeni kavramlar kullanmıştır.
La Fontaine yolunda birkaç fabl ve Moliére yolunda bir komedya yazmış olan Şinasi, klasisizmin etkisi altında kalmış sayılabilir.
3 — Şinasi nazım türünde, Recine, La Fontaine, Lamartine, Gilbert ve Fénelon’dan mazmun olarak Türkçe’ye çevirdiği bazı şiirleri, asıllarıyla birlikte, Tercüme-i Manzûme (1859,1860) adılı bir kitapta, kendi şiirlerini de Müntehabât-ı Eş’ar (1862,1870) adlı bir kitapta toplayarak bastırmıştır. Her iki eser, Ebüzziya Tevfik tarafından bir araya getirilerek Divan-ı Şinasi (1885,1893) adıyla yayınlamıştır.
Tiyatro türünde Şair Evlenmesi adlı bir perdelik bir komedyası vardır.
Tasvîr-i Efkâr’da yayınlanan bazı siyasî ve edebî yazıları Müntehabât-ı Tasvîr-i Efkâr (2 cilt, 1885) adlı bir kitapta toplanmıştır.
Şinasi, bunlardan başka, Türk atasözlerini de bir araya toplamış, bunları Durûb-ı Emsâl-i Osmaniyye (1863) adıyla basmıştır.

0

Şiir çeşitleri - Konularına Göre Şiir türleri nelerdir

Şiir

Şiir; eskilere göre ölçülü, uyaklı, özel dizilişli dizelerden oluşan söz söyleme sanatıdır; yenilere göre ise yalnız ahenkli söz söyleme sanatıdır. Demek ki eski şairler şiirde ahengi ölçü ve uyakla sağlıyorlardı; ritmi de durakla. Ayrıca nazım şekli, nazım birimi gibi şiirin dış yapısını ilgilendiren teknik özellikleri de kullanıyorlardı.Terim olarak şiire önce koşuk, Osmanlı döneminde nazım, sonraları şiir, günümüzde ise kimileri şiir derken, kimileri Türklerin kullandığı ilk terime dönerek koşuk demektedir. Şair için önce kam, baksı, şaman, ozan; Osmanlı döneminde nazım, şair denildi. Günümüzde ise kimileri şair derken, kimileri ozan adını kullanmaktadır.

Şiir de türlü yönleriyle ele alınıp incelenebilir. Konularına göre, edebiyat akımlarına göre, teknik özelliklerine göre, üretildiği döneme göre…

Şiir

Konularına Göre Şiir Türleri Teknik Özelliklerine Göre Şiir Türleri
Lirik Şiir Edebiyat Akımlarına Göre Şiir Türleri
Epik Şiir Üretildiği Döneme Göre Türk Şiirlerinin Türleri
Didaktik Şiir
Pastoral Şiir
Satirik Şiir
Dramatik Şiir

Konularına Göre Şiir TürleriŞiirde her konu işlenebilir. Şair isterse duygularını, isterse güzel bir görünümü, isterse bilgisini şiirle anlatabilir. Konularına göre; lirik, epik, didaktik, pastoral, satirik, dramatik şiir olmak üzere altı türlü şiir vardır; fakat şiirin düşünceden çok duyguya seslendiği düşünüldüğünde, insanların duygu yoluyla da eğitildiği gerçeğine bakıldığında bu türler birbirinden kesin çizgilerle ayrılamaz. Ancak bir şiirde bu altıözellikten en çok hangisi öne çıkarsa, şiir o türde yazılmış sayılır.

1. Duygusal (Lirik) Şiir

Hayal gücü, ahenk ve duygulardan oluşan şiire lirik şiir denir. Şair özenle seçtiği sözcük, sözcüğün mecaz anlamları, sözcükler arası anlam bağları ve ritmle okuyanı ya da dinleyeni kendi duygu dünyasına çekmeyi başarır. Şiir bir etkiye karşı tepkinin ürünüdür; öyleyse şair kendi duymadığı bir duyguyu anlatamaz. Ne ki şair bizi yoklayıp geçen ya da yoğunlukla yaşadığımız duyguları yazarak kalıcı yapan kişidir. Lirik şiirlerde işte bu duygu daha belirgindir. Şiir Türkçe Sözlük’te “1. Zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan anlatım biçimi; 4.Düş gücüne, gönle seslenen; duygu ile coş ku uyandıran, etkileyen yön” diye tanımlanır.
Bu tanımlara göre her şiir biraz liriktir.

Kitabe-i Seng-i Mezar

Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler,
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rûzigâr ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı
Kahve ocağında el yazısıyla:
“ölüm Allahın emri
Ayrılık olmasaydı.”
Orhan Veli

Duygu insanın doğasında var olduğuna göre, insanda duygunun tarihi düşünceden öncedir. Belki de insanlığın ilk şiirleri liriktir. Eldeki verilere göre ilk şiirlerde duygu o kadar önde idi ki, şiirdeki duygu müzik ile de desteklendi. Eski Yunan’da şiirin lyr denilen dört telli saz eşliğinde söylendiğini, lirik şiir teriminin de bundan türediğini biliyoruz. Batı’da toplumuna göre şiir; gitar, lavta, fülüt eşliğ inde söylenmekteydi. Eski Yunan’da şiir koroları da vardı. Şiir, şarkı gibi besteli olarak solo ya da koro söylenirdi. Eski Yunan’da şiirin bu dönemine eolien dönemi, müziğin yanı sıra şiire toplu dansın da katıldığı ikinci dönemine dorilen dönemi, lirik şiirin yalnızca okunduğ u dönemine ise Iskenderiye dönemi denilmektedir. Orta Çağda Batı şiiri yine musiki ile birleşir. Eski Türklerde ait olduğu boya göre kam, ozan, baksı gibi adlar alan şairler, şiirlerini kopuz denilen saz eşliğinde söylüyorlardı. Dinleyenlerdeki duyguyu daha coşturmak için dans da ederlerdi. Günümüzde şarkı, türkü, opera, bale, müzikli oyun gibi türlerde şiir ile müziği bir arada duyuyoruz. Şiir söylemek yada okumaktaki ses tonlaması, konuşmaktan yada okumaktan ayrı olmakla birlikte müziksizdir.

Lirik Şiirin Özellikleri

Eskiler lirik şiiri biçimine göre, eleştirici dediğimiz yeniler özüne göre tanımlamaktadırlar. Lirik şiir duyguya dayanır, ölümsüzlüğünü de buna borçludur; çünkü hemen hemen lirizme dayanmayan şiir yoktur. Bir şiir hem epik, hem lirik, hem pastoral olabilir. Duygudaki canlılık, sıcaklık okuyanı ya da dinleyeni de saracak kadar coşkulu olmalıdır. Şair bunu, kurduğu şiir cümlelerinde seçtiği sözcüklerle, hatta seslerle sağlar. Şiirdeki duygu kişiseldir; yani bir olay, bir durum karşısında şair ne duyuyorsa o. Bu nedenle şiir dili ne kadar resmî olursa olsun içtenliğini yitirmez:

Bir Bahar Akşamı

Bir bahar akşamı rastladım size, İçimde uyanan eski bir arzu,
Sevinçli bir telâş içindeydiniz. Dedi ki yıllardır aradığım bu.
Derinden bakınca gözlerinize, Şimdi soruyorum büküp boynumu,
Neden başınızı öne eğdiniz? Daha önceleri neredeydiniz?
Şarkı sözü

Lirik şiirin konusu eskiden aşk, ölüm, kahramanlık, din gibi konularla sınırlı iken, günümüzde konu alanı çok genişlemiştir. İnsanla, evrenle ilgili her konuda lirik şiir yazılabilir:

Hiç uyarmadan Kızaran nara benzersin dalın tepesinde
Kasırga nasıl sökerse En yüksek dalında unutulmuş, bir ağacın.
Meşeleri kökünden Hayır, unutulmuş değil, yetişilememiş.
Öyle sarsıyor yüreğimi aşk.”
Sappho (Çeviren: Azra Erhat, Orhan Veli)

Eski Türk şiirinden bir örnek Bugünkü Türkçeye çevrilişi

Üdig mini komıttı Aşk beni coş turdu heyecanlandırdı;
Sakınç manga yumıttı Dert bende toplandı.
Könglüm angar emitti Gönlüm ona meyletti;
Yüzüm mening sargarur Yüzüm benim sararıyor.

. . . . . . . . . .

Bardı közüm yarukı Gözümün nuru sevgilim gitti.
Aldı özüm konukı Özümün konuğunu aldı.
Kanda erinç kanı-kı Nerede ki nerde?
Emdi udın odgarur Şimdi uykularım kaçıyor.
Kördi meni emleyü Beni gördü, tedavi etti;
Bakdı manga imleyü Bana baktı, selâmladı..
Kaldım köngül tumlıyu Gönlüm donup kaldı.
Kadgu meni torgurur Kaygı beni zayıflatıyor.

2. Destansal (Epik) Şiir

Bir ulusun başından geçen tarih olaylarını, toplum ile ilgili sorunları, doğal afetleri ve bu olaylarda kahramanlık gösterenleri anlatan tarihsel olmakla birlikte olağanüstülüklerle efsaneleşmiş, masallaşmış bir şiir türüdür. Eski Yunan’da bu tür şiire epos, Batı’da epope, Türk Edebiyatında destan denir. Epik şiirin üç yönü vardır: konusunun kahramanlığa dayanması, olağanüstülük, kompozisyon.

Epik şiirde konu kahramanlıktır.

Epik şiirin konusu tarihten alınır. Fakat tarihe dayalı olaylar halkın hayal gücü ile beslene beslene dilden dile dolaşırken gelişir, genişler, yücelir; gerçekle ilgisi azalıp olağanüstülük kazanır. Ana olay destanın çekirdeği, diğer olaylar destanın kolları olur. Eski Yunan’da bunlara epizot denir.

Bütün olaylı anlatımlarda olduğu gibi epik şiirdeki olay da çok canlı ve hareketlidir. Bir ana olay ile bu ana olayı engellemeye çalışan ya da ana olaya yardımcı olan pek çok yan olay akışı vardır. Batı’da epizot denen bu yanlara olay Türk destanlarında kol denir. Epik şiirin uzunluğu bu epizotların çokluğuna bağlıdır.

Yaşanmış olayın üzerinden uzun yıllar geçmeden destan oluşamaz; bu nedenle destan kahramanı çok eski zamanlarda yaşamış bir kişidir. Kahramanın, bu koca zaman diliminde, anlatıla anlatıla kötü nitelikleri varsa da kalmaz, ideal insan tipi hatta yarı Tanrı tipi ortaya çıkar. Kahramanda karakter değil tipleme vardır. Epik şiirde ulusal özellikler, gelenekler vardır; kahramanı da ulusaldır. Epik şiirlerde anlatıldığı dönemlerin uygarlığından izler bulunur. Söz gelimi, Oğuzların demiri işlediklerini Ergenekon destanından öğreniyoruz. Epik şiirin bir kahramanla gelişmesi, yaşaması olanaksızdır. Bu yüzden ikinci, üçüncü dereceden kahramanlar; hatta hayvan kahramanlar başkahramana yardımcı olurlar.

Olağanüstülük, epik şiirin en belirgin özelliğidir.

Epik şiirde olaylar olağanüstüdür; duygular, düşünceler olağanüstüdür. Oğuz Kağan bir ışık olarak yeryüzüne inen, sonradan güzel bir kız olan peri kızı ile evlenir, Dede Korkut Hikâyeleri’nde insan ile hayvan arası Tepegöz adında bir dev vardır, Köroğlu’nun atı uçar, Yunan epiğindeki Tanrılar ölümsüzdür, Prometheus’un ciğerini bir kuş her gün yer bitirir, ciğer ertesi güne kadar tamamlanır, Prometheus ölmez…

Epik şiirlerde işte bu olağanüstü yaratıklarla birlikte yaşayan ya da olağanüstü devlere karşı savaşan ve çoğu kez onları aklıyla yenen yine olağanüstü kahramanlar vardır.

Epik şiirin anlatımı öykülemedir. Doğa, eşya ve kişi betimlemeleri kısaca, olay anı ise daha ayrıntılı verilir. Karşılıklı konuşma ya da söylev türü konuşmalar vardır. Kimi epik şiirlerin, dilden dile dolaşırken yazıya geçirilinceye kadar, şiir biçimi bozularak, düz anlatıma dönüşmüştür.

Epik şiirler, oluşum tarihine göre doğal epik ve yapay epik olmak üzere ikiye ayrılır. Doğal epikler o kadar eski tarihte oluşmuştur ki ilk söyleyeni unutulmuş, her anlatandan bir şeyler eklenerek genişlemiştir. Kırgızların Manas Destanı uzunluk bakımından belki de en uzun olanıdır. Yazıya geçirilmişi 16.000 beyit kadardır; hâlâ da gelişmesini sürdürmektedir.

Daha yeni olaylar için de epik şiirler yazılır. Bunlardaki olay da yazan da bellidir. Oluşma aşamasında yazıya geçtiği için, artık yapıları değişmeden yıllarca kalabileceklerdir. Böyle epik şiirlere yapay epik denilmektedir. Doğal epik türü için Türk Destanları, Yunan Destanları, Fin, Alman Destanları gösterilebilir.

Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan

Saat 2.30 Ve Afyon önünde
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, Altıgözler Köprüsü’nün altından
ne ağaç, ne kuş sesi, gündoğuya dönerek
ne toprak kokusu vardır. ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Gündüz güneşin, Büyükçobanlar köyünü solda
gece yıldızların altında kayalardır ve Kızılkilise’yi sağda bırakıp gider.
ve şimdi karanlıkta daha bizim Düşündü birdenbire kayalardaki adam
ve dünya karanlıkta daha bizim kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri,
daha yakın kim bilir onlar ne kadar büyük
daha küçük kaldığı için ne kadar uzundular?
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten Birçoğunun adını bilmiyordu,
evimize, aşkımıza ve kendimize dair yalnız Yunan’dan önce ve Seferberlik’ten evvel
sesler geldiği için Selimşahlar Çiftliğinde ırgatlık ederken Manisa’da
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi geçerdi Gediz’in sularını başı dönerek.
okşayarak gülümseyen bıyığını Dağlarda tek
seyrediyordu Kocatepe’den tek
dünyanın en yıldızlı karanlığını. ateşler yanıyordu.
Düşman üç saatlik yerdedir ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
Ve Hıdırlık tepesi olmasa şayak kalpaklı adam
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Şimali garbîde Güzelim dağları öcalıcı, güzel ve rahat günlere inanıyordu
ve dağlarda tek ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
tek ateşler yanıyor. birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde Paşalar onun arkasındaydılar.
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde O, saati sordu.
şimdi yalnız suların yaptığı Paşalar “üç” dediler.
bir yolculuk var. Sarışın bir kurda benziyordu.
Akarçay belki bir akarsu Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
belki bir ırmak Yürüdü uçurumun başına kadar
belki küçücük bir nehirdir. eğildi, durdu.
Akarçay Dereboğazı’nda değirmenleri çevirip Bıraksalar
kılçıksız yılan balıklarıyla İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Yedişahitler Kayası’nın gölgesine girip Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
çıkar, Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.
ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı . . . . .
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların içinden akar.

Nazım Hikmet Ran

3. Öğretici (Didaktik) Şiir

Bilgilendirmek, öğretmek amacıyla yazılmış şiirlere didaktik şiir denir. Sözcük Grekçe “didasko”dan türetilmiş. Konusu düşüncedir. Kimi şiirlerde duygu ile öğreticilik iç içedir. Günümüzde öğretici eserler düzyazı ile yazılıyor. Eskiden yararlı düşünceler de belleklerde kolay kalması için küçük şiir dizeleriyle söylenirdi. Atasözlerinin bu günkü söyleniş biçimleri bile bu gerçeği doğrular niteliktedir:

Ak akça kara gün içindir. Az veren candan, çok veren maldan.

Sakla samanı, gelir zamanı. Yere bakan, yürek yakan.

Tencere dibin kara, seninki benden kara. Baskıdaki altından askıdaki salkım yeğdir.

Eli boşa “Ağa uyur” derler; Kazanırsan dost kazan,
eli doluya “Ağa buyur” derler. düşmanı anan da doğurur.

Bunun yanında ilk sözlü sanat ürünlerinin şiir olduğu düşünülürse, öğretici nitelikteki ilk eserlerin de şiir olması çok doğaldır. Zaten yazılış nedeni ne olursa olsun, her sanat eserinde en azından güzel, özlü söz söyleme, iyi bir örnek olma özelliği ile bir eğiticilik, öğreticilik vardır. Sanat eserini söyleyen ya da yazan bunu amaçlamasa bile ortaya çıkan gerçek budur. Yine de çok eskilerden beri ahlâk, din, felsefe, bilim konularında öğretmeyi amaçlayan şiirler de yazılmıştır.

Batıdaki ilk öğretici şiir örneğini I.Ö. 8. yüzyılda yaşayan Hesiodos’ta buluyoruz.

Hesiodos ahlâk ve din bilgileri verir.

İki Kavga

Bu dünyada kavganın bir türlüsü değil O, eli ağır bir adamı bile iş görmeye kışkırtır.
İki türlüsü vardır. İnsan birini tanıdı mı över, Zira biri bir başkasını çift sürmeye ekin ekmeye,
Öteki ayıplanmalı; ruhları ayrıdır onların. Evini barkını düzmeye çalışan bir zengini gördü mü,
Biri cengi ve öldürücü savaşı türetir, Çalışmak hevesine kapılır. Komşusu mal mülk
O fenasıdır. Hiçbir ölümlü sevmez onu; ancak zorla edinmeye

ölümsüzlerin buyruğu üzerine tapınır bu ağır kavgaya. Çalışan insan komşusuna imrenir.
Ötekini karanlık gece daha önce doğurdu, Bu kavga hayırlıdır ölümlülere.
Göklerde yüksek tahtında oturan Kronosoğlu, onu. Çanakçı çanakçıya gıpta eder, dülger dülgere
Dünyanın köklerine yerleştirdi; insanlar için Dilenci dilenciyi kıskanır, şair şairi.
çok daha hayırlı olarak. Ey Perses, sen bu öğütleri yerleştir aklına
Kötüye düşkün kavga, gönlünü işten alıkoymasın.
Hesiodos

İ.Ö. 270′te Aratos doğa olaylarını şiir diliyle anlatır. Astronomi ile meteoroloji olaylarını yazar. Lâtin Edebiyatında Lucretius (I.Ö. 99), fizik ve ahlâk üzerine yazar, Virgillius tarım bilgisi verir.

Türk Edebiyatında da didaktik şiirin başarılı ürünleri vardır. Bunlar önceleri dinî ve ahlâkî eserlerdir. Sonraları efsane, fıkra, masal ve yergi şiirleri de yazılmıştır. Yusuf Has Hacip’ten Tevfik Fikret’e, Aşık Veysel’e pek çok şair didaktik şiir yazmıştır.

Promete

Kalbinde her dakika şu ulvî tahassürün Meçhul elektrikçisi, aktâr-ı fikretin
Minkar-ı âteşini duy, daimâ düşün: Yüklen, getir -ne varsa- biraz meskenet-fiken,
Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım? Bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen
Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım?.. Esmâr-ı bünye-hîzini, boş durmasın elin.
Yükselmek âsûmâna ve gülmek ne tatlı şey! Gör dâima önünde esâtir-i evvelin
Gökten dehâ-yı nârı çalan kahramânını…
Bir gün şu hastalıklı vatan canlanırsa… Ey Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını.
Müştâk-ı feyz ü nûr olan âtî-i milletin
Tevfik Fikret

4. Doğa Şiiri (Pastoral Şiir)

Kırları; çobanların yaşamını, aşklarını, üzüntülerini, sevinçlerini anlatan şiirlere pastoral şiir denir. İlk pastoral şiirler pek gerçekçi değildi, olağanüstülükler vardı; fakat anlatımı yalın idi, söz oyunları ile süslenmezdi. Pastoral şiir; monolog biçiminde ise idil, diyalog biçiminde ise eglog adını alır. İdillerde çobanın aşkı yine onun ağzından anlatılır, monolog olduğu için, doğal olarak eglogdan daha kısadır. Eglogda çobanlar karşılıklı konuşarak kır yaşamının güçlüklerini anlatırlar. Ayrıca bir çoban öldüğünde arkasından arkadaşlarının söylediği ağıtlar vardır; bunlara eleji denir. Şiirler Yunan edebiyatında Theokritos, Lâtin edebiyatında Vergilus tarafından yazılmıştır. Günümüzde köy, kır, çoban yaşamını anlatan her şiiri pastoral sayıyoruz.

Bingöl Çobanlarına

Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum, Gün biter, sürü yatar ve sararan ayla,
Bu dağların en eski âşinasıdır soyum. Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.
Bekçileri gibiyiz ebencet buraların, - Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al!
Bu tenha ovaların, bu vahşi kayaların Diye hıçkırır kaval:
Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi. Bir çoban parçasısın, olmasan bile koyun,
Her gün aynı pınardan doldurup testimizi, Daima eğeceksin başkalarına boyun;
Kırlara açılırız çıngıraklarımızla. Hulyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı,
Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski yeni; Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an,
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini. Madem ki kara bahtın adını koydu çoban!
Arzu başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek,
Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek, Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,
Dolaşıp dururuz aynı daüssılayı Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden
Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı. Anlattı uzun uzun.
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda, Nadir duyabildiği taze bir heyecanla,
Bir çamlıkta söylemiş son sözlerini babam, Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda, Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,
“Suna”mın başka köye gelin gittiği akşam. Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına.
Kemalettin Kamu

5. Yergi Şiiri (Satirik Şiir)

Edebiyatta şiirle bir kimseyi, bir düşünceyi, bir durumu açık ya da kapalı biçimde, iğneli bir dille yerme sanatına yergi denir. Her yergide bir uyarı olduğu için öğretici özellik de bulunur. Yergi şiirine Halk edebiyatında taşlama, Divan edebiyatında hiciv denir. Tarihin her döneminde her zaman yergi şiiri söylenmiştir yada yazılmıştır. Eski Yunan’da Diogenes’in yergileri vardır. 18. yüzyılda Batı’da Voltaire iyi bir yergici idi. Türk edebiyatında, yergi denilince akla Nef’î gelir.

Geçenlerde bir derin vadide Bana Tahir Efendi kelp demiş
Jean Frenon’u bir yılan ısırdı İltifat, bu sözde zâhirdir
Ne oldu dersiniz sonra? Mâliki mezhebim benim zirâ
Can veren yılan oldu. İtikatımca kelp tâhirdir
Voltaire Nef’î

6. Dramatik Şiir

Dramatik şiirin konusu olaydır. Konuyu tiyatro gibi canlandıran şiirlerdir. Eski Yunan’daki tragedyalar ile başlayan dramatik şiir, günümüzde manzum tiyatrolarla varlığını sürdürmektedir. Batıda Cornille, Shakespeare vardır. Türk edebiyatında şiir ile yazılan tiyatro Tanzimat edebiyatında başlar. Namık Kemal, Abdülhak Hamit, Faruk Nafiz dramatik şiirin ilk örneklerini verirler.

Elektra’dan

Koro Koro

Ey talihsiz bir babanın evlâdı, Elektra! Fakat hiçbir zaman
Kurnaz ananın dinsizce hepimizi bekleyen Hades bataklığından,
kurduğu tuzağa düşen Agamemnon’a ne gözyaşları, ne de yalvarmalarla
ne bitmez tükenmez gözyaşlarıyla ağlıyorsun? babamı yukarıya alamayacaksın.
Oysa sen kendini bırakıyor,
Elektra çaresiz dertlere doğru gidiyorsun,
Sonsuz iniltilerle periş an oluyorsun.
Ey soylu ailelerin kızları! Dertlerinden böyle kurtulamazsın.
Acımı avutmak için buraya geldiniz; Acıdan haz mı duyuyorsun?
biliyorum, anlıyorum, gözümden
bir şey kaçmıyor, ama vazgeçemiyorum. Elektra
Zavallı babama ağlamaktan kendimi alamıyorum.
Gafil! Babamın acıklı ölümünü
unutuyor musun?
Sophokles

Vatan -yahut- Silistre’den

Âmalimiz, efkârımız ikbal-i vatandır,
Serhaddimize kal’e bizim hak-i bedendir.
Osmanlılarız, ziynetimiz kanlı kefendir.

Kavgada şehadetle bütün kâm alırız biz!
Osmanlılarız, can veririz, nam alırız biz!

Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda.
Can korkusu gezmez ovamızda dağımızda.
Her kûşede bir şîr yatar toprağımızda

Kavgada şehadetle bütün kâm alırız biz!
Osmanlılarız, can veririz, nam alırız biz!
Namık Kemal

0

Karagöz oyunun Özellikleri - Gölge Oyununun Kişileri ve Bölümleri

Karagöz, bir gölge oyunudur. Bu oyun, deriden kesilen ve tasvir adı verilen birtakım şekillerin (insan, hayvan, bitki, eşya vb.) arkadan ışıklandırılmış beyaz bir perde üzerine yansıtılması temeline dayanır.

Gölge oyununun önce Çin'de (M.Ö. 2. yüzyıl) veya Hint'te çıktığı söylentileri vardır. Evliya Çelebi ise Karagöz ile Hacivat'ın Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alaaddin Keykubat zamanında (13. yüzyıl) yaşamış gerçek kişiler olduğunu belirtir.

Halk arasındaki bir söylentiye göre ise Karagöz ile Hacivat, Sultan Orhan (14. yüzyıl) zamanında Bursa'da bir cami yapımında çalışmış işçilerdir. İkisi arasındaki nükteli konuşmalar, diğer işçileri oyaladığı için Sultan Orhan tarafından öldürtülmüşlerdir. Daha sonra Şeyh Küşteri, Hacivat ve Karagöz'ün deriden yapılmış tasvirlerini oynatmış ve onların şakalarını tekrarlamıştır. Bu nedenle Karagöz perdesine Küşteri Meydanı da denir.

İslâm dünyasında 11. yüzyılda sözü edilmeye başlanan bu oyuna hayal-i zili (gölge hayali) adı verilmiştir.

Karagöz oyunu, özellikle 17. yüzyıldan sonra oldukça yaygınlaşmıştır. 19. yüzyılda Karagöz, kısaca, hayal oyunu diye anılmış, bu oyunu oynatan sanatçılara da hayalî (hayalci, Karagözcü) denmiştir.

Karagöz oyunu, halk kültürünün ortak ürünüdür. Bu oyunlarda işlenen çeşitli konuları kimin düzenlediği belli değildir. Karagöz, tuluata dayandığı için oyunun sözlerini, her sanatçı, oyun sırasında kendine göre düzenler. Karagöz oyunları 19. yüzyılda yazıya geçirilmeye başlanmıştır.

Karagöz oyununun bölümleri:

• Mukaddime (Giriş): Oyunun başlangıç bölümüdür. Perdede görüntü verilmeden önce müzik başlar. Sonra konuya uygun olarak bir görüntü verilir. Hacivat Of... hay, Haak! diyerek perde gazeline başlar.

• Muhavere (Söyleşme): Karagöz ile Hacivat arasında geçer. Muhavere iki bölüme ayrılır: Bunlar, fasılla ilişkisi olan ve fasılla ilişkisi olmayan bölümlerdir. Muhaverede yalnız, Hacivat ve Karagöz bir oyun oynar. Bu oyun, önce olmayacak bir olayın gerçekleşmiş gibi anlatılmasıyla başlar, sonra bunun düş olduğu anlaşılır.

• Fasıl (Oyun): Oyunun kendisidir. Hacivat ve Karagöz'den başka oyun kişileri fasılda görünürler. Karagöz oyunları genellikle adlarını bu bölümün içeriğinden alır.

• Bitiş: Bu bölüm çok kısadır. Karagöz, oyunun bittiğini haber verir, kusurlar için özür diler, gelecek oyunu duyurur. Karagöz'le Hacivat arasında kısa bir söyleşme geçer. Bu söyleşmede oyundan çıkarılacak sonuç da belirtilir.

Karagöz oyununun kişileri:

Karagöz oyununun en önemli kişileri Karagöz ile Hacivat'tır. Karagöz okumamış halkı; Hacivat ise aydın ya da yarı aydın kimseleri temsil eder. Oyunda konuya göre türlü meslek, yöre ve uluslardan kişiler, kendi şiveleriyle taklit edilir. Karagöz oyununun diğer önemli kişileri şunlardır:

Çelebi (Genç, züppe bir mirasyedi) Kürt (Hamal, bekçi)

Altı Kulaç Beberuhi (Cüce ve aptal) Arnavut (Bahçıvan, korucu, bozacı)

Tuzsuz Deli Bekir (Sarhoş, zorba) Acem (Zengin tüccar)

Efe (Zorba) Ak Arap (Dilenci, kahve dövücüsü)

Matiz (Sarhoş) Zenci Arap (Lala, köle)

Zenne (Kadın) Yahudi (Bezirgan)

Kastamonulu (Oduncu, bekçi) Ermeni (Kuyumcu)

Bolulu (Aşçı) Frenk ve Rum (Doktor, terzi, tüccar, meyhaneci)

Kayserili (Pastırmacı) Lâz (Kayıkçı, kalaycı)

Rumelili (Pehlivan, arabacı) Tiryaki (Lâf ebesi)

Karagöz oyununun dağarcığı:

Bilinen Karagöz oyunlarının sayısı çoksa da Karagöz oyununun klâsik dağarcığı yirmi sekiz tanedir.

0

Divan Şiiri Nazım Şekilleri nelerdir?

Divan Şiiri Nazım Şekilleri

Kaside

· Daha çok din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla yazılan şiirlerdir. Kaside şairlerine kaside-gü (kaside söyleyen), kaside-sera ya da kaside-perdaz (kaside yazan) denir. Kaside 6 bölümden oluşur:

Birinci bölüm 15-20 beyitliktir. Bu ilk bölüme, aşıkane duygular yer alıyorsa “nesib”, bahar, doğa, bayram gibi konulara değiniliyorsa “teşbib” adı verilir.
İkinci bölüm girizgah ya da girizdir. Genellikle tek beyitten oluşur ve burada şair medhiyeye (övgüye) geçeceğini bildirir. Girizgah konuya uygun ve nükteli olmalıdır.
Üçüncü bölüm medhiyedir. Bu bölümde asıl konu anlatılır. Beyit sayısı konuya ve şaire göre değişen medhiye bölümü kasidenin en sanatlı beyitlerini içerir.
Kasidenin dördüncü bölümü tegazzüldür. Tegazzül, 5-12 beyit arasında değişir. Kasidenin başında ya da sonunda yer alabilir. Bu bölüm her kasidede bulunmayabilir.
Beşinci bölüm fahriyedir. Şair bu bölümde de kendisini över.
Kasidenin son bölümü duadır. Bu bölümde önceki beyitlerde övgüsü yapılan kişi için dua edilir.
Kasideler, nesib bölümünde ele alınan konuya göre göre kaside-i bahariyye, kaside-i ramazaniyye, kaside-i hammamiyye olarak adlandırılır. Uyaklarına göre r harfi ile bitiyorsa kaside-i raiyye, l harfiyle bitiyorsa kaside-i lamiyye, m harfiyle bitiyorsa kaside-i mimiyye diye anlandırılır. Rediflerine göre de, tevhid, münacaat, methiye diye bölümlenir. Kasidenin en güzel beyiti “beyt-ül kaside”dir. Şairin adının geçtiği beyite ise “tac beyit” denir.

Gazel

· Divan edebiyatının en yaygın kullanılan nazım biçimidir. Önceleri Arap edebiyatında kasidenin tegaüzzül adı verilen bir bölümü iken sonra ayrı bir biçim halinde gelişmiştir. Gazelin beyit sayısı 5-15 arasında değişir. Daha fazla beyitten olaşan gazellere müyezzel ya da mutavvel gazel denilir. Gazelin ilk beyti “matla”, son beyti ise “makta” adını alır.
Matla beytinin dizeleri kendi aralarında uyaklıdır (musarra). Sonraki beyitlerin ilk dizeleri serbest ikinci dizeleri ilk beyitle uyaklı olur. Birden fazla mussarra beytin bulunduğu gazel “zü’l-metali”, her beyti musarra olan gazel ise “müselsel” gazel adıyla bilinir. İlk beyitten sonraki beyte “hüsn-i matla” (ilk beyitten güzel olması gerekir), son beyitten öncekine “hüsn-i makta” (son beyitten güzel olmalı gerekir) denir.
Gazelin en güzel beyti ise “beytü’l-gazel” ya da “şah beyit” adıyla anılır. Bunun yeri ya da sırası önemli değildir. Bazı gazellerin matlasını oluşturan dizelerden birinci ya da ikincisinin matlasının ikinci dizesi olarak yenilenmesine “redd’i-matla” denir. Şair mahlasını (şairin takma adı, ya da tanındığı ad) maktada ya da “hüsn-i” maktada söyler. Bu durumda beyit ikinci bir adla “mahlas beyti” ya da “mahlashane” olarak anılır. Şairin mahlasını tevriyeli kullanmasına “hüsn-i tahallüs” denir.
Dize ortalarında uyak bulunan gazele musammat, sonu getirilmemiş ya da beyit sayısı 5’in altında bulunan gazellere de “natamam” gazel denir. Başka şairlerin birkaç dize ekleyerek bend biçimine dönüştürdüğü gazellere “tahmis”, “terbi” adı verilir. Bütün beyitlerinde aynı düşüncenin ele alındığı gazeller “yekahenk gazel”, her beyti öncekinden ustalıklı biçimde söylenmiş gazeller de “yekavaz gazel” olarak adlandırılır.
Gazeller konularına göre de çeşitli isimlerle tanımlanır. Aşka ilişkin acı, mutluluk gibi içli duyguların dile getirildiği gazeller “aşıkane”, içki, yaşama boş verme, yaşamdan zevk alma gibi konularda yazılanlara “rindane” denir. Aşıkane gazellere en iyi örnek Fuzûlî’nin gazelleri, rindane gazellere en iyi örnek ise Bâkî’nin gazelleridir. Kadınları ve ten zevklerini konu edinen gazeller ise, örneğin Nedîm’in gazelleri, “şuhane”, öğretici nitelikli gazellere, örneğin Nâbî’nin gazelleri, “hakimane gazel” denir.
Gazeller eskiden bestelenerek okunurdu. Özelikle bestelenmek için yazılmış gazeller de vardır. Gazelleri makamla okuyan kişilere “gazelhan”, gazel yazan usta şairlere ise “gazelsera” adı verilir.

Gazel, Türk müziğinde ise şiirin bir hanende tarafından doğaçtan seslendirilmesidir. Sesle taksim olarak da bilinir.

Rubai

· Kendine özgü bir ölçüsü olan 4 dizelik (mısralık) nazım birimidir. Rubailerde birinci, ikinci, dördüncü dizeler uyaklı, üçüncü dize serbesttir. İki beyitlik kıtalar biçiminde yazılmış rubailer de vardır. Her dizesi birbiriyle uyaklı rubailere “rubai-i musarra” ya da “terane” adı verilir. Rubainin aruzun hezec bahrinden 24 kalıbı bulunur. Bunlardan mef’ûlü birimiyle başlayan 12 kalıba “ahreb”, mef’ûlün birimiyle başlayan öbür 12 kalıba da “ahrem” denir. Kalıpların sonu “faül” ya da “fa” birimiyle biter.
Rubainin her dizesi ayrı bir ölçüde olabildiği gibi, dört dizesi de aynı ölçüde olabilir. Türk divan şiirinde daha çok ahreb kalıbına rastlanır. Rubailer genellikle mahlassız şiirlerdir. Ve divan şairlerinin divanlarının sonunda rubaiyyat başlığı altında sıralanırlar. Bu türün tartışmasız en büyük şairi Ömer Hayyam’dır.
Türk edebiyatında Mevlana’nın Farsça yazdığı felsefi rubiler bu türün hızla yayılmasına neden oldu. Kara Fazlî, Fuzûlî 16. yüzyılda bu türün en usta örneklerini verdiler. Divan edebiyatında 17. yüzyıl rubainin altın çağı oldu. Azamizade Haletî, yazdığı bin kadar rubai ile en büyük Osmanlı rubai şairi olarak tanındı. Cumhuriyet döneminin en büyük rubai ustası ise Yahya Kemal Beyatlı’dır.

Musammat

· Ayrı bir nazım biçimi olmamakla birlikte gazeil ve bazı kasidelere uygulanan bir tekniktir, Bendlerden kurulu nazım biçimlerine (murabba, muhammes, müseddes, müsebba, müsemmem, mütessa, muaşşer, terbi, tahmis, taşdir, tesdis, tesbi, tesmin, tes-i, taşir, terkib-i bend ve terci-i bend) verilen genel addır. İlk bende geçen dize ya da beyitlerin, öbür bendlerin sonunda aynen yinelenmesiyle düzenlenen musammatlara mütekerrir musammat denir. İlk benddeki dize ya da beyitlerin, öbür öbür bendlerin sonundaki dize ve beyitlerle yalnızca uyak bakımından uyuşması durumunda musammat müzdevic musammat adını alır.

Terci-i bend / terkib-i bend

· Uyakları gazel biçiminde düzenlenmiş “hane” adı verilen 5-10 beyitlik şiir parçalarının (genellikle 5-12 hane) “vasıta” denen ve sürekli yinelenen bir beyit ile birbirine bağlanmasından oluşan nazım biçimidir. Vasıta beyitinin her hanenin sonunda değişmesi durumunda şiir terkib-i bend olur.

Müsemmem

· Sekiz dizeden oluşan bendler halinde yazılmış musammatlardır. Az kullanılmıştır. Divan edebiyatında en bilineni Şeyh Galib’in Esrâr Dede’nin ölümü üzerine yazdığı mersiyedir.

Tuyuğ

· Halk edebiyatındaki mani türüne benzer tarzda yazılmış musammatlardır. Tuyuk da denir. Çoğunlukla her beytinin birinci ikinci ve dördüncü dizeleri uyaklıdır. Sadece Türklere özgüdür. Aruzun sadece fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılması nedeniyle rubai’den ayrılır. Bazen dört mısra birbiriyle kafiyeli olabilir.

Tahmis

· Bir gazelin her iki dizesinin başına aynı ölçüde üç dize ekleyerek oluşturulan nazım biçimidir. Tahmis genellikle başka bir şairin gazeline yapılırsa da, kendi gazellerinden tahmis oluşturan şairler de vardır. Başarılı bir tahmis’te asıl beyit ile eklenen dizeler anlam bakımından kaynaşmış olmalıdır. Başa eklenen üçer mısra gazelin matlası ile aynı kafiyede olur. Diğer beyitlere eklenen üçer mısra ise o beyitlerin ilk mısraları ile kafiyelidir.

Tardiye

· Beş dizelik bentlerden oluşan musammat türüdür.

Taşdir

· Tahmisin değişik bir şeklidir. Tahmiste bir başka şairin gazelinin her beytinin başına üç dize eklenirken, taşirde her beytin iki mısrasının arasına üç mısra eklenir. Taşdire “mutarraf tahmis” de denir.

Tesdis

· Terbî ve tahmise benzer. Ancak başka bir şairin yazdığı bir gazelin her beytinin üzerine dört dize daha ekleyerek altılı beyitler haline getirilmesiyle oluşur. Tesdis tek bir beyite de uygulanabilir. Divan edebiyatında çok az kullanılmıştır. Tahmis türünde olduğu gibi genellikle eksik gazellere uygulanır.

Tesbi

· Bir başka şairin bir gazelin her beytinin matlasına 5 dize daha eklenerek yedili beyitler haline getirilmesiyle kurulur. Tahmis ve tesdis türünde olduğu gibi genellikle eksik gazellere uygulanır. Tesbi de eklenen dizelerin kafiyesi, mevcut dizelerle aynıdır.

Taşir

· İkili dizelerler yazılmış bir gazelin her beytine 8 dize daha ekleyerek 10′lu beyitler haline getirilmiş gazel türüdür. Tahmis ve tesdis türlerinde olduğu gibi genellikle eksik gazellere uygulanır.

Tezmin

· İkili dizelerler yazılmış bir gazelin her beytine 6 dize daha ekleyerek 8’li beyitler haline getirilmesidir. Tahmis ve tesdis türlerinde olduğu gibi genellikle eksik gazellere uygulanır.

Muaşşer

· Aynı ölçüde onar dizelik bendlerden oluşan nazım biçimidir. İlk bendin on dizesi birbirleriyle, sonraki bendlerin ise ilk iki dizesi ilk bend ile uyaklıdır. İlk beytin son bendinin her bendin sonunda aynen yinelendiği muaşşerlere “mütekerrir muaşşer” denir. Bendlerin son beytinin ilk bendin uyağına uygun olarak her bendde değişmesiyle yazılan muaşşerler ise “müzdeviç muaşşer” adıyla tanımlanır.

Muhammes

· Aynı ölçüdeki beşer dizelik bendlerden oluşa nazım biçimi. İlk bendin 5 dizesi birbirleriyle, sonraki bendlerin son bir ya da iki dizesi ilk bend ile uyaklıdır. Son bir ya da iki dize, her bendin sonunda aynen tekrarlanıyorsa bu muhammese “mütekerrir muhammes”, bu dizelerin ilk bend ile yalnızca uyak yönünden uyuştuğu muhammeslere ise “müzdeviç muhammes” adı verilir. Bend sayısı 4-8 arasında değişir. Muhammeslerde çoğunlukla felsefi düşünceler, tasavvuf konuları ele alınır.

Murabba

· Aynı ölçüde dörder dizelik bendlerden oluşan nazım biçimidir. Murabbalarda ilk bendin dört dizesi birbirleriyle, sonraki bendlerin son dizesi ilk bendle uyaklıdır. Son dizenin her bendin sonunda aynen yinelendiği murabbalara “mütekerrir murabba” denir. Her bendin son dizesi ilk bendle yalnızca uyak açısından benzeşiyorsa murabba “müzdeviç murabba” diye tanımlanır. Murabbaların uzunlukları 4-8 bend arasında değişir. Konuları çoğunlukla dinsel ve didaktiktir. Övgü, yergi, manzum, mektup, mersiye gibi türlerde yazılmışlardır. Murabbalarda her vezin kalıbı kullanılabilir. Halk edebiyatımızdaki koşmalara benzerler.

Müseddes

· Aynı ölçüde altışar dizelik bendlerden oluşan nazım biçimidir. İlk bendin bütün dizeleri birbirleriyle, sonraki bendlerin bir ya da iki dizesi ilk bend ile uyaklıdır. İlk bendin son ya da son iki dizesi her bendin sonunda yinelenirse “mütekerrir müseddes”, sonraki bendler ile ilk bend yalnızca uyak yönünden benziyorsa “müzdeviç müseddes” adını alır. Müseddeslerin uzunluğu 5-8 bend arasında değişir. Konuları tasavvuf ve felsefedir.

Müstezat

· Arapça ziyade sözcüğünden gelir. Bir gazelin her dizesine bir kısa dize ekleyerek oluşturulan şiir biçimidir. Çoğunlukla aruzun “mef’ulü/ mefailü/ mefailü/ feulün kalıbı kullanılarak yazılırlar. Her dizeden sonra bu kalıbın ilk ve son birimleri olan mef’ulü/ feûlün kalıbına uygun bir kısa dize söylenir. Eklenen bu kısa dizeye ziyade denir. Ziyadeler dizeden sayılmadığı için iki uzun iki kısa dizeden oluşan 4 dize bir beyit sayılır. Kısa dizeler okunsa da okunmasa da beytin anlamı bir bütün oluşturur. Ziyadesi bir satırdan fazla olan müstezatlar da vardır. Tez ziya**** müstezatlara “sade” çitf ziya**** olanlara ise “çift” adı verilir.

Şarkı

· Divan şiirinde bestelenmeye uygun ölçü kalıpları ile yazılan ve çoğunlukla 4 dizelik bendlerden oluşan nazım biçimidir. Dörtlüklerden kurulan musammat da denebilir. Murabbaya benzer. 5 ya da 6 dizelik bendlerden de oluşabilir. Üçüncü dizeye meyan adı verilir. Ve bu dizenin anlam bakımından daha özlü olmasına dikkat edilir. Dördüncü dizeye ise nakarat denir. Aşk, sevgili, ayrılık, içki, eğlence gibi konularda yazılır. Divan edebiyatının ilk şarkı yazarı Naîlî-i Kadîm’dir. 28 şarkısıyla Nedîm de bu türün en güzel örneklerini vermiştir.

0

Meddah nedir - Meddahın Özellikleri nelerdir?

MEDDAH
Methedici (övücü), taklitler yapıp hoş öyküler anlatarak halkı eğlendiren sanatçıya meddah denir. Türk halk zekâsının ve halkın, olayları karikatürize etme gücünün büyük sanatlarından biri olan meddahlık, yüzyıllar boyu yaşamış, Türk halkı arasında çok ilgi görmüştür. Meddahlık için tek adamlı tiyatro diyebiliriz. Meddah, tiyatronun bütün kişilerini varlığında birleştiren bir aktördür. Yüksekçe bir yerde oturarak bir öyküyü başından sonuna kadar, canlandırdığı kişileri ağız özelliklerine göre konuşturarak anlatır. Perdesi, sahnesi, elbiseleri, dekoru, kişileri bulunmayan bu tiyatronun her şeyi meddah denilen o tek adamın zekâsına, bilgisine, söz söylemedeki başarısına bağlıdır. Meddahların çoğu, klasikleşmiş beyitlerle öykülerine başlarlar. Meddah anlatacağı öyküye geçmeden önce: "Haak dostum Haak!" diyerek çoğunlukla şu beyitle öyküye girer:

"Söyledikçe sergüzeşti verir bezme letafet, Dinle imdi bende-i âcizden hoş bir hikâyet."

"Yaşadıklarını anlattıkça meclise neşe verir. Şimdi âciz kulundan bir hikâye dinle."

Meddah kişilerin ağız özelliklerini taklit ettiği gibi hayvanların, doğanın ve cansız nesnelerin seslerini de taklit eder. Meddahın iki aracı vardır; biri boynuna doladığı mendili, öteki de elinde uttuğu sopasıdır. Mendille çeşitli başlıklar yapar, terini siler. Sopayı da oyunu başlatmak, seyirciyi suskunluğa çağırmak, kapıyı vurmak için ya da saz, süpürge, tüfek, at yerine kullanır.

Bitişte özür diler, oyundan çıkan sonucu (kıssa) bildirir. Daha sonra anlatacağı öykünün adını ve öyküyü nerede anlatacağını söyler.

Günümüzde meddahlıkla ilgili birkaç dağınık yazma ve taş baskısı kitap dışında fazla kaynak yoktur. İstanbul Üniversitesi Kitaplığında bulunan "Mecmûa-ı Fevâid" meddahlar üzerine yazılmış önemli bir kaynaktır.

0

Kaside nedir - Kasidenin Bölümleri nelerdir

Kaside

Kaside,divan edebiyatı nazım şekillerinden olup,edebiyatımıza Arap Edebiyatından girmiştir.Klasik bir kasidede nesib-teşbib, tegazzül,girizgah,methiye-hiciv,fahriye ve dua bölümleri bulunur. Ancak bu bölümler her kasidede olmayabilir. Kaside,beyit esasına göre yazılır ve mısra örgüsü aa,ba,ca,da,ea...şeklindedir.Bu yönleriyle gazele benzeyen kaside,beyit sayısının fazla oluşu ve bölümlerinin bulunması dolayısıyla gazellerden ayrılır. Kasideler 'Birini övmek veya yermek için yazılan şiirlerdir.' şeklindeki tanım,bunun nazım şekli değil de nazım türü olduğunu iddia etmek olur.Oysa kaside adı şiirin nazım şekliyle alakalıdır. Bu açıdan bakıldığında kasideleri belirli bölümlerden oluşan ve gazellerden daha uzun yazılan belli bir kafiye örgüsü olan (aa ba ca da....)nazım şeklidir diye tanımlamak daha doğru olacaktır. Kasideyi övgü ve yergi şiiri olarak tanımlarsak övgü ve yerginin yapıldığı farklı nazım şekilleriyle yazılmış bütün şiirleri bu gruba dahil etmemiz gerekir.Mesela şair gazelinde bir kişiyi övdü ise onun da kaside olduğunu iddia etmemiz gerekir ki bu da doğru bir adlandırma olmaz.Aynı şekilde bütün hicviyeleri kaside olarak adlandırmamız gerekir.Mesela Ziya Paşanın meşhur terkib-bendini(Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan başın alamaz bir dahi baran-ı beladan...) kaside olarak kabul etmemiz gerekir. Kasidelerde illa ki övgü veya yergi olacak şartı yoktur. Meselâ şair bahariyye içinde tamamen baharın güzelliklerinden bahsetmişse bunun içinde övgü ve yergi aramak abes olacaktır. Özellikle İstanbul'dan uzak kalan şairlerin divanlarındaki kasidelerde bir devlet büyüğünü övmekten ziyade bu tür övgü dışı konuların anlatıldığı eğer incelenirse görülecektir. Aynı hatalar gazel için de yapılmaktadır.Gazel kadın aşk şarap konulu şiirler demek değildir.Gazel de kaside gibi bir nazım şeklidir.Aşağıda Naziri divanından alınmış bir kaside örneği yer almaktadır.Sünbül redifli bu kasidede tamamen sünbülün şaire hatırlattıklarından bahsedilmiş;herhangi bir şekilde devlet adamları övülmemiştir:
Kasideler,Türk edebiyatında 13. yüzyılda kullanılmaya başlanır. Nazım birimi beyittir. Beyit sayısı genellikle 33-99 arasında değişir.Ancak daha fazla beyitlerle yazılan kasideler bulunabildiği gibi 8 beyitten müteşekkil kasidelerin yazıldığı da görülmüştür. Kasidenin ilk beyitine matla denir. Şair kasidesi içinde matlayı tekrar ederse tecdid-i matla denir. Matlayı birden çok tekrar ederse bu zat-ül metali veya zül metalidir. Kasidenin son beyitine makta , şairin mahlasının bulunduğu beyite taç beyit denir. Kasidenin en güzel beyiti beyt-ül kasid olarak isimlendirilir.Kaside şairlerine kaside-gû (kaside söyleyen), kaside-sera ya da kaside-perdaz (kaside yazan) denir. Çok katı bir kalıpla yazılan kasideler, 6 bölümden oluşur.
Kasidenin Bölümleri
1. Nesip (Teşbib)• Kasidenin ilk bölümüdür, şiir yönünden en ağır bölümdür.
• Genelde 31/99 beyit olur.
• Şair bu bölümde betimleme yapar ; kadın, kış, at, bahar vs.
Baharın tasviri yapılıyorsa: Bahariye, kışın tasviri yapılıyorsa: Şitaiye, temmuzun tasviri yapılıyorsa: Temmuziye, ramazanın tasviri yapılıyorsa: Ramazaniye, atın tasviri yapılıyorsa: Rahşiye, hamamın tasviri yapılıyorsa: Hamamiye.
2. Girizgah• Nesip bölümünden methiye bölümüne geçerken söylenen ve basamak görevinde olan beyitlerdir.
• Şair bu bölümde övgüye başlayacağını haber verir.
• 1-2 beyitten oluşur.
3. Methiye• Kasidenin sunulduğu kişinin övüldüğü bölümdür.
• Şiir yönü çok zayıf, dil yönü diğer bölümlere göre çok ağırdır.
4. Tegazzül
• Gazel söyleme anlamına gelir, bütün kasidelerde olması zorunlu değildir.
• Methiyeden sonra şair bir fırsatını düşürüp aynı ölçü ve uyakta bir gazel söyler, buna tegazzül denir.
5. Fahriye• Şairin kendini övdüğü bölümdür.
• Fahriyeyi en seven şair Nefi'dir.
6. Tac• Şairin kendisi hakkındaki yeni düşüncelerini söylediği bölümdür.
• 2-3 beyit bulunur.
• 'Nefi' çok kullanır.(Tac bir bölüm değil sadece şairin isminin geçtiği beyittir)
7. Dua• Kasidenin son bölümüdür.
• Birkaç beyit olur.
• Şair burada övdüğü kişinin başarılı, uzun ömürlü, talihinin iyi olması yönünde dua eder.

0

Gönüllü çevreci Kuruluşlar - Çevre kirliliği nedir - Çevreyi korumanın önemi

Çevre; insanların ve diğer canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamdır.

Hava, su ve topraklarımızın her geçen gün artan oranlarda kirlenmesi ve önemli bir kısmının kullanılamaz hale gelmesi, özellikle Büyükşehir ve sanayi bölgelerinin çevre kirliliği sebebiyle yaşanamaz hale gelmesi, ozon tabakasının delinmesi, yerkürenin giderek ısınması, doğal kaynakların hızla tüketilmesi; çevreyi korumak amaçlı çevre kuruluşlarının kurulmasına neden olmuştur.

Aşağıda belirli çevre kuruluşlarının isimleri ve amaçları yer almaktadır.

ÇEVRE VE KÜLTÜR DEĞERLERİNİ KORUMA VE TANITMA VAKFI (ÇEKÜL)

ÇEKÜL, ülkemizin doğal ve kültürel mirasını korumak amacıyla 1990 yılında kurulmuş, bir sivil toplum kuruluşudur.

"Doğal kaynakları", "kültürel mirası" ve "insan"ı bir bütün olarak ele alan ÇEKÜL, doğal ve kültürel çevreyi korumak için "kent-havza-bölge-ülke" ölçeğinde projeler geliştirmektedir.

ÇEKÜL'ün "koruma-değerlendirme-yaşatma" amaçlı projelerinin hayata geçirilebilmesi ve sonuç alınabilmesi için benimsenen strateji "kamu-yerel-sivil-özel birlikteliği" ne öncelik verilmesidir.

ÇEKÜL, doğal ve kültürel varlıkların sürekliliğini ülke gündemine taşımak için umut ve özveriyle güçlenen, bilgi ve katılımla beslenen, "gönüllülük" esasına dayalı sivil girişimlerini, "doğa", "kültür", "eğitim", "tanıtım", "örgütlenme" ana başlıkları altında sürdürmektedir

DOĞAL HAYATI KORUMA DERNEĞİ (DHKD)

Amacı Türkiye'nin olağanüstü zengin bitki ve hayvan türleri ile bunların doğal yaşam alanlarının değerinin farkına varılması, koruma altına alınmasıdır. Bu amaçla koruma projeleri yürütmekte; toplumla, yerel/merkezi yöneticiler ve şirketlerle işbirliği yapmaktadır.

TÜRKİYE ÇEVRE VAKFI (TÇV)

Daha temiz, daha düzenli, daha güzel bir çevrede yaşamayı hedefleyen vakıf 1978 yılında kurulmuştur. Türkiye Çevre Vakfı’nın hizmetleri; araştırma, yayın ve kamuoyu aydınlatma şeklinde devam ederken, Vakfın bugüne kadar yayınladığı ve çevre konusunun hemen her yönünü işleyen kitapların sayısı 172 ‘ yi bulmuştur..

TÜRKİYE EREZYONLA MÜCADELE AĞAÇLANDIRMA VE DOĞAL KAYNAKLARI KORUMA VAKFI (TEMA)

TEMA vakfının amaçları; ülkemizin doğal varlıklarını ve çevre sağlının korunması, erozyonla mücadele, toprak örtüsü ve ağaç ve orman sevgisini toplumun her kesimine anlatmak, Çölleşmeyle mücadelede dünyaya örnek bir hareketi Türkiye'den başlatmak.

Bu amaçları gerçekleştirmek için gerekli teşkilatın oluşturulmasını, yasaların çıkmasını sağlamak ve gönüllü kuruluşların öncülüğünde toplumun bütün kesimlerinin desteği ile erozyonla mücadelenin ikinci bir İstiklal Savaşı kabul edilerek erozyon tehlikesi ile mücadele edilmesi.

DOĞA İLE BARIŞ

Başta çevre olmak üzere tüm sorunların çözümü için bilgili, bilinçli, örgütlü toplum oluşturabilmek amacıyla kurulmuştur.

Hızla artan nüfus, buna bağlı olarak hızlı ve çarpık kentleşmenin neden olduğu doğal ortamların yok olması, şehir içi yeşil alanların normalin çok altına düşmesi karşısında gerekli koruma bilincini İnsan eli ile değişmekte olan iklim konusunda halkı bilgilendirmek, Türk Boğazlarının ve Karadeniz su havzasının sorunları karşısında ulusal ve uluslararası koruma çalışmalarına katılmak, yön vermek, başlıca amaçlarındandır.

DENİZ TEMİZ DERNEĞİ (TURMEPA)

Deniz ve kıyılarımızın kirletilmemesini ve bu konuda ulusal ve uluslararası kanun ve anlaşmaların uygulanmasını sağlayacak en etkili güç olmayı amaçlamaktadır Gelecek nesillere yaşanabilecek bir çevre bırakabilmek, onların denizlerimizin ekonomimize, sağlığımıza ve refahımıza katkılarından yararlanabilmelerini sağlamaktır.

(TÜRÇEK )TÜRKİYE ÇEVRE KORUMA VE YEŞİLLENDİRME KURUMU

TÜRÇEK çevre ve doğa koruma konusunda, çevre politikaları geliştiren, demokratik, katılımcı bir anlayışa sahip, çeşitliliğe saygılı, kamu yararına çalışan ve kar amacı olmayan bir sivil toplum kuruluşudur.

GREENPEACE (YEŞİL BARIŞ)

Greenpeace, gezegenimizi yaşanmaz hale getiren çevre suçlarına şiddet içermeyen doğrudan eylemlerle tanıklık eder ve bunları basın aracılığıyla gündeme getirir. Bilimsel verilere dayanan kampanyalar yürütür.

Çevreye karşı işlenen bir suça tanıklık etmek, toplumun dikkatini çekerek suçu işleyenler üzerinde baskı oluşturmak amacıyla yapılan barışçıl eylemler yapar